İkinci Dünya Savaşı ile birlikte 1944’te Bretton Woods Sistemi, 1945’te ise Birleşmiş Milletler ve Fransız Birliği‘nin kurulmasıyla “Avrupa entegrasyonu” fikri güç kazanmaya başlamış ve savaş sonrası restorasyon döneminde, kıtayı büyük ölçüde yıpratan “faşizme karşı bir panzehir” olarak görülmüştü.
İngiltere Başbakanı Winston Churchill, 1943’te “Avrupa Konseyi” ve 1946’da da Zürih Üniversitesi’nde, “Avrupa Birleşik Devletleri” çağrısında bulundu. Sadece bir sene sonra 1947’de Avrupa Parlamenterler Birliği (EPU) kuruldu. 1948 ise bugünkü Avrupa Birliği’nin temellerinin atıldığı yıl oldu.
Projenin mimarı olan Birleşik Krallık, 31 Ocak 2020 tarihinde, 1940’ların başından bu yana üzerinde çalıştığı yüzyılın projesini resmen terk ederek 80 yıl sonra yeni bir sayfa açtı. O tarihten sonra Birlik içindeki çatlaklar ve çıkar çatışmaları daha çok gün yüzüne çıktı.
Peki, Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’ni neden terk etti. Dahası, Avrupa Birliği, kurbanı olduğu bu türden “amensalist” bir ilişkiyi sürdürmek için neden ısrar etti? Yoksa, bir tür Stockholm Sendromu vakası ile karşı karşıya mıyız?
BREXIT’İN İKİ YÜZÜ
Birleşik Krallık, 2016 yılında yapılan bir halk oylamasıyla Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma kararı aldı. Bu kararın arkasında pek çok açık ve örtülü neden bulunmakta. Birleşik Krallık açısından temel gerekçeler aşağıdaki şekliyle sıralanabilir.
Bu gerekçeler Avrupa Birliği’ndeki bazı kesimler tarafından da (İngiltere’ye karşı) paylaşılmasına karşın, birliğin ilişkiyi sürdürmek yönündeki takdire şayan çabası ayrı bir araştırma konusudur.
Gelin, o gerekçelere Birleşik Krallık ve AB perspektifinden ayrı ayrı göz atalım:
– Egemenlik ve Kontrol Saplantısı: Bazı İngiliz seçmenler, AB üyeliğinin ulusal egemenliği sınırladığını ve İngiltere’nin kendi kararlarını alabilmesi için AB’den ayrılması gerektiğini düşündüler.
Ancak Avrupa Birliği, bizzat Avrupalı ulusların kimlik ve egemenliklerini yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakırken, onlardan gelen eleştirel seslerin daha cılız olması dikkat çekici.
– Göç Politikaları: Göç, Brexit kampanyası sırasında önemli bir konuydu. Bazıları, AB üyeliğinin, İngiltere’nin kendi göç politikalarını belirleme yetisini kısıtladığını düşündü.
İklim değişikliklerine ek olarak İngiltere ve ABD’nin Kuzey Afrika, Alt Sahra bölgesi, Ortadoğu ve Orta Asya’da yürüttüğü uzun soluklu, yüksek yoğunluklu işgal, iç savaş tertipleri istikrarsızlaştırma operasyonları ve yaptırımlar gibi ekonomik baskılar bugün yukarıda saydığımız bölgelerden Avrupa’ya göçün temel nedenler arasında yer aldı.
İngiltere ve ABD, kıtasal avantajları sayesinde göç akınlarından hiçbir zaman Avrupa kıtası kadar etkilenmedi. Fakat İngilizler, BREXIT öncesi göç olgusunu, ayrılmak için bir gerekçe olarak sunarken, Avrupa’nın sessizliği hep dikkat çekti. Buna karşın Avrupa’da aşırı sağın yükselişi bu duruma bir tepki olarak kabul edilebilir.
– Ekonomik Konular: Brexit yanlıları, AB’nin düzenlemelerinin iş dünyasını olumsuz etkilediğine inandı. Ayrıca, AB üyeliği için ödenen üyelik ücretlerinin, kendi politika ve projelerine yönlendirilebileceği düşünüldü.
Peki, bu noktada, İngiltere’nin Avrupa finansal hizmetler pazarını domine etmeye yönelik çabalarını nereye koyacağız? Bu konuya aşağıda detaylıca değineceğiz.
– Siyasi Bağımsızlık: Bazıları, AB’nin giderek daha fazla politik bir yapı haline geldiğini ve İngiltere’nin kendi politikalarını belirleyemeyeceği bir birlik içinde olmanın dezavantajları olduğunu düşündü.
– Avrupa Birliği’nin Geleceği: Brexit öncesinde AB, mali kriz ve mülteci krizi gibi zorluklarla karşılaştı. Bu, bazı İngilizlerin AB’nin geleceğine dair belirsizlikler ve Birliğin gelecekteki yönelimleri konusunda endişeli olmalarına neden oldu.
Gerçek şu ki; Brexit tartışmaları İngiltere’deki toplumsal bölünmeyi derinleştirdi. Siyasi partiler, bölgeler ve hatta aileler arasında görüş ayrılıkları oldu. Bu ayrışma Brexit süreci sonrası bugün dahi varlığını sürdürmektedir.
İNGİLTERE, AVRUPA’DAN NASIL GÖRÜNÜYOR?
Doğrusu, sadece Birleşik Krallık seçmeni değil, Avrupa siyasi çevrelerinden de Birleşik Krallık’a yönelik, temelinde “güvensizlik ve endişe” olan şiddetli eleştiriler vardı ve bu eleştirilerin başında şunlar gelmekteydi:
– Anlaşmaların Uygulanmaması: AB üye ülkeleri sık sık, Kuzey İrlanda Protokolü başta olmak üzere Birleşik Krallık’ın anlaşmaları uygulama konusundaki isteksizliğine yönelik derin endişelerini dile getirdi.
Birleşik Krallık’ın AB ile önceden istişarede bulunmadan Kuzey İrlanda’daki gümrük kontrolleri için ek süreleri tek taraflı olarak uzatma kararı, Birleşik Krallık’ın üzerinde anlaşmaya varılan şartlarla uyumlu olmayan bağımsız adımlar atmasının bir örneği olarak görüldü. Birleşik Krallık’ın, üzerinde mutabık kalınan şartlara uyma konusundaki isteksizliği, söz konusu güvensizlik ve endişeyi derinleştirdi.
– Düzeyli Oyun Alanı: AB, haksız rekabetin önlenmesi için devlet yardımları, çalışma standartları ve çevre düzenlemeleri gibi alanlarda eşit bir oyun alanının korunmasının önemini vurguladı. İngiltere ise çıkarlarını önceleyerek oyun alanını kendi kurallarına göre şekillendirmeye çalıştı.
– Finansal Hizmetlere Erişim: Birleşik Krallık’ın güçlü finansal hizmetler sektörünün AB pazarına ne düzeyde erişmesi gerektiği konusunda tartışmalar yaşandı. İngiltere’nin bu alanda da pazarı domine etmeye dönük çabaları Birlik içinde yoğun bir güvensizlik yarattı.
Bazı AB üyeleri Birleşik Krallık’ı, Londra’nın geleneksel olarak küresel bir merkez olduğu finansal hizmetler pazarında, avantaj elde etmek için konumunu kullanmakla suçladı. Haksız da sayılmazlardı.
ÇATLAK DERİNLEŞİYOR…
Bugün de Avrupa Birliği’nde bazı kesimler tarafından sık sık Birleşik Krallık’ın Avrupa ile olan ilişkisini kendi çıkarları veya gündemi doğrultusunda kullanmaya çalıştığına dair eleştiriler ve endişeler dile getirilmekte. Bu düşünce özellikle Brexit sonrası ve gelecekteki Birleşik Krallık-AB ilişkisine yönelik müzakereler sırasında daha da belirgin hale geldi.
Birleşik Krallık’ın özellikle savunma ve güvenlik gibi alanlardaki dış politika kararları AB tarafından halihazırda bir miktar tereddütle izleniyor ve bu alanlardaki eylemlerinin Avrupa jeopolitik manzarasını etkileyebileceği düşünülüyor.
Oysa Birleşik Krallık, esasen en başından bu birlikteliğin neresinde duracağından emin değilmiş gibi görünüyor. Avrupa Birliği projesinin mimarlarından birinin Winston Churchill olduğunu tekrar hatırlayalım. 1946’da Victor Hugo‘nun fikirlerinden geniş ölçüde esinlenen Zürih konuşmasında Avrupa Birleşik Devletleri‘nin kurulmasını önermişti. Fakat bu projeye hararetle inanmasına rağmen, “Birleşik Krallık’ın bu projenin bir parçası olmaması gerektiğinin” altını çizmişti. Bu durum, incelikle tasarlanmış ve sonunda faydanın çoğunun oyun kurucu tarafından elde edileceği karmaşık bir oyuna işaret ediyor.
Churchill, ülkesinin uluslararası sahnede tek başına durabilecek güce ve etkiye sahip son Avrupalı ülke olduğunu düşünüyordu ve Avrupa’nın geri kalanından farklı olarak, bir taraftan istikrar sağlayıcı bir faktör rolü oynarken, diğer taraftan da kendi kurallarını ustalıkla dayatıyordu.
Birleşik Krallık’ın AB’ye hissettirdiği bu rahatsızlık, bugün hala AB üye ülkelerinin Birleşik Krallık kurumlarına olan güvensizliğini beslemektedir.
“ŞİZOFRENİK BİR İLİŞKİ”
Birleşik Krallık, tarihi boyunca Avrupa Birliği ile neredeyse şizofrenik bir ilişki içerisinde olmuş gibi görünüyor. Bu durum, muhtemelen Avrupa Birliği’nin diğer üyelerinde de karşılaşabileceğiniz bir özellik, ancak bu kadar yüksek derecede değil.
Krallık bir taraftan, ulusal egemenliğin önemini vurgular ve “süper Avrupa Devleti” kavramına karşı olduğunu her fırsatta dile getirir, diğer taraftan da Avrupa değerlerini yüceltir ve Kıta’nın güvenliği için Birliğin var olması gerektiğini dile getirir. Bu durum, Birleşik Krallık’ın stratejik ve jeopolitik bağlamda Avrupa Birliği’nin varlığını desteklediğini, fakat “tam teşekküllü devlet” özelliklerine sahip bir Avrupa Birliği’nin doğmasını önlemek istediğini, yani mümkün mertebe Birliğin “prematüre kalmasını sağlama” eğiliminde olduğunu düşündürüyor.
Diğer tarafta Birleşik Krallık’ın AB’nin somut politikalarına ve bazı konularda yarattığı faydaya, hatta bazen gerekliliğine ilişkin çok daha pragmatik bir tutuma tanık oluyoruz. Örneğin tek pazar fikri her ne kadar ulusal egemenlik fikrine ters düşen bir nitelikte olsa da Birleşik Krallık tarafından her daim hararetle desteklenmiştir.
Birleşik Krallık, Fransa ile birlikte, 1998’deki Saint-Malo Zirvesi sırasında Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası‘na ilk katılan ülkelerden biri olmuştur; enerji ve iklim değişikliği konularında daha fazla Avrupa düzenlemesi çağrısında bulunmuş ve ardından tersi bir tutum takınmıştır.
“GARİP BİR ORTAK”
University College London’dan Dr Roch Dunin-Wasowicz‘e göre, İngiltere’nin Avrupalı ortaklarıyla olan bu tuhaf ilişkisi, Stephen George‘un 1990 yılında İngiltere-AB ilişkileri üzerine yazdığı kitapta popüler hale gelen bir terim olan ‘garip ortak’ olarak tanımlanmasına neden olmuştu. Ancak Dr Dunin-Wasowicz’e göre, İngiltere’yi ‘beceriksiz ortak’ olarak adlandırmak daha doğru olur, zira AB’nin geri kalanıyla ilişkileri nadiren olumlu şekilde değerlendirilmiş ve Londra’nın Brüksel ve diğer AB başkentleriyle ilişkileri genellikle vetolar, kavgalar, restleşmeler, şantaj iddiaları ve inatçılık ile karakterize edilmiştir.
George, ‘garip’ etiketinin oluşmasına ve sürdürülmesine yardımcı olan bazı temel faktörler tespit etmişti. Bunlardan en önemlisi, temel sloganı ‘kazanan her şeyi alır’ olan Westminster sisteminde eğitim görmüş İngiliz elitlerinin, Avrupa’nın başka yerlerindeki müzakere ve anlaşmaya varma yöntemlerini kabullenmedeki beceriksizliğidir.
Bir diğer faktör de Birleşik Krallık’ın ana uluslararası ortağı olan ABD ile özel ilişkisidir ki bu aynı zamanda ideolojik bir tercihtir. George’a göre Britanya, ilk yıllarda entegrasyona yönelik “küçümseyici ve zaman zaman neredeyse aşağılayıcı” bir yaklaşım içindeydi. Bu yaklaşımını Birlik’ten ayrılana dek korudu; Fransızlara yönelik olumsuz tutumunu ve Almanlara yönelik korku ve güvensizliğini sürekli olarak tekrarladı. Böylelikle Avrupa entegrasyonuna yönelik gönülsüz bir bağlılık geliştirmenin yanı sıra AB’yi işlemsel bir örgüt olarak görme eğilimi güçlendi. Bunun sonucunda da “İngiltere ayrılırsa AB için daha iyi olacaktır” görüşü güçlendi.
Bugün Avrupa’nın büyük bir yükten ve çoğu zaman “iyi niyetli olmayan” garip bir ortaktan kurtulduğu söylenebilir.
YENİ BİR DÜNYA KURULUR…
Bu araştırmayı kaleme aldığım sıralarda İngilizlerin, Avrupa ile kurdukları ilişkide faydanın çoğunu elde eden ortak olmalarına karşın şikayetçi taraf olduklarını; Avrupa’daki hakim sınıfların ise bu duruma pek aldırış etmeyip adeta pek sorun yokmuş gibi davrandıklarını fark ettim.
Fakat bugün, İngiltere ve Avrupa ulusları arasında pek çok alanda keskinleşen çıkar çatışmaları, rotalarının önümüzdeki süreçte birbirinden daha da uzaklaşacağını düşündürmekte. Avrupa ulusları için Anglosfer’den ayrılmak, bağımsızlıklarını koruyabilmek ve varlıklarını devam ettirebilmek için temel bir zorunluluk haline gelmekte.
Tek kutuplu dünya düzeninin gürültüyle tarihe karıştığı bir süreçte, Kıta Avrupası’nda, İngiltere ve ABD ile sürdürülen amensalist ilişkinin pek çok açıdan Avrupa’ya zarar verdiğini, ulusların kimliğini yok ettiğini, kıtayı göçmen deposu haline getirdiğini ve siyasal sistemlerin büyük bir tehlike altında olduğunu fark eden yeni hareketler ortaya çıkmaktadır.
Pek tabii, yeni bir dünya kurulmaktadır ve egemen Avrupa ulusları da bu yeni dünyada yerlerini alacaktır.